darül cihad ne demek?
- İslam sınırlarının haricindeki ülkeler. (Osmanlıca'da yazılışı: dâr-ül cihad)
darül aman
- Sığınılacak, korunulacak yer. (Osmanlıca'da yazılışı: dâr-ül amân)
darül harb
- (Dar-ül harb) Harp yeri. Müslümanlarla gayr-i müslimler arasında sulh akdedilmemiş memleket. Kafirlerin ve onların gayr-i islami hükümlerinin hakim olduğu yer. (Bak: Şeair.)
- (Bak: Darülharb) (Osmanlıca'da yazılışı: dâr-ül harb)
cihad
- Din uğrunda düşmanla savaşma.
- İslam uğrunda çalışma.
- Bkz. din savaşı.
- Cihad Müslümanlara farz kılınmıştır. mallarıyla, canlarıyla savaşan mü'minler övüldüğü gibi, bu mücadele uğruna canını veren kişi şehitlik makamıyla yüceltilip taltif edilmişlerdir. Kur'an'da defalarca tekrarlanan bir emirdir.
- (Cehd. den) Düşman ile muharebe. İlim ve imanla, sözle, fiile, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek. Allah (C.C.) yolunda muharebe. Din için çalışmak. Erkan-ı imaniye ve esasat-ı diniyeyi muhafaza ve imanı takviye için cehd ve gayret etmek. Şeriat-ı Garra'nın ahkamını muhafaza, Kelimetullah'ı i'la, küfr-ü mutlakın ve küffarın (süfyan ve deccalın) fitnelerini def ile hakimiyet-i Hakkı te'min eylemek. (Bu mücahede, zamanımızda kılıçla değildir. Kılıçla olan cihad, din hükümlerinin cari olduğu dar-ı İslamın haricinde yapılabilir. Bununla beraber bu mezkur maddi ve manevi cihad, değişen şartlara bağlıdır.)Kur'an-ı Kerim'de 9. surenin 24. ayetinin çok kısa bir meali şöyledir:"De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, zevceleriniz, akraba ve kabileniz, elinize geçirdiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve hoşunuza giden meskenleriniz, evleriniz size Allah ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevgili ise, artık Allahın emri (layık olduğunuz cezası ve felaketi) gelinceye kadar bekleyin. Allah öyle fasıklar güruhunu hidayete erdirmez."Cihada dair pekçok ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler vardır.(Cihad-ı diniye farzdır; bu zamanda muzaaf farz-ı ayndır. M.)(Cihad, mertebe-i şehadetin merdivenidir. Lemeat.)(Bütün ümmet için ve bilhassa, İslam ve Kur'an hizmetinde fedakar ve sebatkar çalışan mücahidler için daima tazeliğini koruyan Tebük Seferindeki bir hadiseyi, bazı kısımlarını aynen alıyoruz.Bu hadisede, çok çeşitli ders ve ibretler vardır. Ezcümle: Maddi ve manevi cihadda, bir tekasül ve ihmalin bilhassa kendi şahsi hayatına temayül gösterip özürsüz olarak cihaddan geri kalmakla, mücahid cemaatin cihad ruhuna ve fedakarane sebatına fütur getirmek ve kuvve-i maneviyeyi kırmağa sebep olmak gibi büyük mes'uliyetler bulunduğundan, cihad ruhuna zararlı düşen bu gibi fiil ve hareketler, cemaatça ve bilhassa ileri gelen kimseler tarafından takbih edilerek, bu tarz hissiyatların inkişafına meydan vermemek.Hem ihlas ile ve sadece Allah rızası için çalışmanın şiddetli imtihanlarından geçmekle azami sadakat dersini vermek gibi ehemmiyetli çok hikmetleri ihtiva eder:(...Resulullah ile müslümanlar, gaza hazırlığıyla meşgul oldular. Ben de onlarla beraber yola hazırlanmak için sabahleyin evden çıkıp dolaşırdım. Hiçbir iş görmeden akşam üzeri döner gelirdim. Ve kendi kendime: "Hazırlanmağa kudretim, vaktim müsaittir." derdim. Bu ihmalcilik bende durmayıp devam etmişti.Resulüllah gazaya gittikten sonra çarşıya, pazara çıktığım ve halk arasında dolaştığım sıra beni en fazla mahzun ve mükedder eden bir şey vardı. O da halk arasında (imanı yerinde, vücudu zinde kimse) görmemekliğim; ancak ya nasiyesine nifak damgası vurulmuş kimselerden bir kişi yahut da malül olup da Allah Teala'nın mazur gördüğü bir mü'min görürdüm.Sonra Resulüllah bir sabah Medine'ye teşrif buyurdu. Resulüllah bir seferden geldiğinde ilk iş olarak mescide girmek ve orada iki rekat namaz kılmak, sonra halkın: Hoş geldiniz temennilerini kabul etmek için oturmak itiyadında idi. Bu defa da bu adetini yerine getirip mescidde oturunca Tebük Seferi'ne gitmeyip arda kalanlar Resulüllah'a gelerek özür dilemeye ve yemin ile özürlerini te'yid etmeğe başladılar. Bunlar seksen kadar er kişiydiler. Resulüllah bunların hallerine göre özürlerini ve biatlerini kabul ve onlar için istiğfar buyurdu. Ve bunların iç yüzünü ve hakikatını Allah Teala'ya havale eyledi. Bu arada ben de huzura geldim. Ve Resulüllah'a selam verince gazablı bir tebessümle gülümsedi. Sonra bana: Gel dedi. Ben de yürüyüp vardım, ta önünde oturdum. Bana: "Seni nasıl bir mani geri bıraktı? Sen Akabe'de arkana biat almış değil mi idin?" buyurdu. Ben de şöyle cevap verdim: "Evet, vallahi, Ya Resulüllah! Size nusret etmeğe söz verdim. Vallahi benim seferden tahallüfüm hakkında arzedecek hiç özrüm yoktur. Vallahi ben sizden geri kaldığım zamanki kadar hiçbir vakit daha kuvvetli ve daha suhuletli değildim." Bu maruzatım üzerine Resulüllah (A.S.M.) "Hakikaten bu, doğru söyledi. Ey Ka'b! Haydi kalk; Allah hakkında hükmedinceye kadar bekle!" buyurdu.Resulüllah, kendisinden seferde geri kalanlardan bizim işte şu üçümüzle konuşmaktan müslümanları nehyetti. Halk da bizden çekindiler ve bize yüzlerini ekşittiler. Hatta bana yeryüzü yabancılaştı, bu hakidan benim bildiğim toprak değildi. Bu hal üzere elli gün kaldık. İki arkadaşım halktan çekildiler ve evlerinde oturup ağlamakla vakit geçirdiler. Fakat, ben onların daha genci ve daha salabetlisi idim. Bu cihetle ben evimden çıkardım. Ve mescide gidip müslümanlarla beraber namazda hazır bulunurdum. Ve sokaklarda, çarşıda dolaşırdım. Halbuki hiçbir kimse bana söz söylemezdi. Namazdan sonra Resulüllah'ın meclisine varır ve kendine selam verirdim. Ve içimden: Acaba Resulüllah selamıma mukabele ederek dudaklarını oynattı mı, yoksa oynatmadı mı? derdim. Sonra namazı Resulüllah'ın yakınında kılardım da gizlice onu gözetlerdim. Namazıma yöneldiğim sıra o bana doğru dönerdi. Fakat ben onun tarafına bakınca da yüzünü çevirirdi. Nihayet halkın cefasından ıztırab çektiğim bu hal uzayınca bir gün gittim. Ta Ebu Katade'nin bahçe duvarından aştım. Ebu Katade, amcam oğlu ve halk arasında beni en çok seven bir zat idi. Vardım, ona selam verdim. Vallahi selamımı almadı. Ben: "Ey Ebu Katade! Allah adına and vererek sana sorarım: Benim Allah'ı ve Resulüllah'ı sevdiğimi bilir misin?" dedim. Sustu, cevap vermedi. Tekrar and verdim. Allah aşkına sordum. Yine sükut etti. Üçüncü bir daha Allah adına and verdim. Bu defa: "Allah ve Resulü daha iyi bilir!" dedi. Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı. Artık döndüm, duvardan aştım.Ka'b bin Malik rivayetine devam ederek der ki: Birgün Medine çarşısında gidiyordum. Medine'ye zahire satmağa gelen Şam ahalisinden nebeti bir fellah, bir ekinci: "Ka'b bin Malik'i bulmağa bana kim delalet eder?" diye soruyordu. Bunun üzerine halk ona beni göstermeğe başladılar. Nihayet nebeti kişi bana geldi. Ve Gassan Meliki'nden bir mektup verdi. Bakınca: (Emma ba'dü) den sonra bu mektupta şöyle yazıldığını gördüm: Haber aldığıma göre sahibin (Peygamber), sana cefa ve eza ediyormuş. Allah seni hakaret görecek ve hakkın zayi olacak bir mevkide tahkir ve tezlil için yaratmamıştır. Orada durma, bize gel! Sana şanına layık bir surette hürmet ve ihsanda bulunuruz. Bu mektubu okuyunca, bu da öbür--uşu-- gibi bir beladır, dedim. Hemen bu sayfayı ocağa attım, ocakta yaktım.Nihayet bu elemli elli günden kırk günü geçtiğinde bir gün baktım ki Resulüllah'ın gönderdiği bir zat, (Huzeyme bin Sabit) bana geliyor. Huzeyme gelip, bana: "Resülullah sana kadınından ayrılmanı emrediyor!" dedi. Ben de: "Kadınımı boşayacak mıyım, yoksa ne yapacağım?" dedim. O da: "Hayır, boşama, yalnız ondan ayrı bulun, kadınına yaklaşma." dedi.Resulüllah, Huzeyme ile iki arkadaşım Murar ile Hilal'e de bunun gibi emir göndermişti. Bu emir üzerine kadınıma, haydi ehline (baban ailesi yanına) git, Allah bu iş hakkında hükmedinceye kadar, onların yanında bulun! dedim.Bundan sonra on gün daha durdum. Ta ki Resulüllah'ın bizimle halkı görüşmekten menettiği tarihten itibaren elli günümüz dolmuştu. Vakta ki ellinci günün sabahında sabah namazını kıldım. Ve evlerimizden birinin damı üzerinde bulunuyordum. Öyle bir halde bulunuyordum ki, Allah Telalanın (Tevbe suresinde) zikrettiği vechile hayatım bana güçleşmişti. Ve yeryüzü bütün genişliği ile başıma dar gelmişti. İşte bu sırada Sili dağı üzerinde en yüksek sesiyle: "Ey Ka'b bin Malik, müjde!." diye olanca kuvvetiyle bağıran birisinin sesini işittim. Hemen secdeye kapandım. Ve anladım ki darlık gitmiş, genişlik gelmiştir. Ve Resulüllah sabah namazını kıldığı zaman Allah'ın bizim üzerimize tevbesini (nedametlerimizin kabulünü) ilan etmiştir de, halk bize müjdelemeğe koşmuştur. Arkadaşlarım tarafına da bir takım müjdeciler gitmişlerdi. Bana da bir kişi (Zübeyr bin Avvam) müjdelemek üzere atını sürmüştü. Ve Eslem kabilesinden bir müjdeci (Hamza bin Amr) da koşup Sili dağının üstüne çıkmıştı. Bunun sesi attan sür'atli idi. Sevimli sesini işittiğim bu müjdeci bana gelince üzerimdeki iki kat elbisemi hemen çıkarıp müjdelik olarak ona giydirdim. Vallahi o gün bundan başka elbisem yoktu. (Ebu Katade'den) iğreti iki kat elbise alıp giydim. Hemen Resulüllah'a (A.S.M.) koştum. Ashab, beni takım takım karşıladılar. Tevbemin kabulünü (günahtan beraatimi) tebrik ediyorlar ve: Allahın, tevbeni kabul buyurması sana kutlu olsun! diyorlardı.Ka'b rivayetine devam ederek der ki: Nihayet mescide girdim. Resulüllah oturmuştu. Etrafında ashab çevrelenmişti. Hem Talha bin Ubeydullah kalktı, koşarak geldi, musafaha etti, elimi sıktı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden Talhadan başka kimse bana ayağa kalkmadı. Talha'nın bu lütfunu unutmam.Ka'b der ki: Vaktaki Resulüllah'a (A.S.M.) selam verdim. Mübarek yüzü meserretten şimşek çakar gibi şakır bir halde bana: "Bir günün hayır ve saadeti ile müjde sana ey Ka'b ki, annen doğurduğu günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısı!" buyurdu. Ben: "Ya Resulallah! Bu tebşir, tarafınızdan mı, yoksa Allah tarafından mı?" dedim. Resulullah: Hayır, benim tarafımdan değil, doğrudan Allah tarafından! buyurdu. Esasen Resul-ü Ekrem, taraf-ı İlahiden tesrir buyurulduğu zaman mübarek yüzü parlardı, hatta o, bir ay parçasına benzerdi. Biz de meserretli bir vahiy geldiğini onun bu sevimli simasından anlardık.Vaktaki Resulüllah'ın huzurunda oturdum. - Ya Resulallah, Allah ve Resulullah'ın rızası için halis sadaka olmak üzere malımdan sıyrılıp çıkmak ve malımın hepsini fukaraya dağıtmak istiyorum. Bu istek, tevbemin kabulü icabındandır dedim. Resulullah (A.S.M.): "Hayır, malının bir kısmını kendine alıkoy. Bu senin için daha hayırlıdır!" buyurdu. Ben de "Şu Hayber'deki hissemi alıkorum" dedim.) (S.B.M.)